26 Mart 2015 Perşembe

Sema Özdemir ' in Hikayelerinden (Romantik) 3. Bölüm ^^




ROMANTİK-Bölüm 3
Sema Özdemir

→5 Yıl Önce

Apartmanın önünde duraksayıp derin bir nefes alıp verdim. Özgüven şuan beni terk etmiş, kuru cesaretimle yalnız bırakmıştı. Tedirgindim. Hiç tanımadığım, ne gibi sorunları olduğunu bilmediğim insanlarla aynı evde durup sâkince dertlerimi anlatacaktım öyle mi? Bu çok, saçmaydı. Başka yapacak bir şeyim yoktu. Kızları özel hayatımın içine çekmek istemiyordum. Sonuçta daha iki yıldır onları tanıyordum ve yeni takılmaya başlamıştık. Tam olarak samimi bile değildik. Büyük ihtimalle onlara derdimi anlattığımda bile zorunlulukla dinleyecekler ve zaman geçtikçe benden bu yüzden sıkılacaklardı. Neslişah okulun sessiz kızlarındandı. Geçen sene annesini kaybetmiş, aylarca kendine gelememişti. Bu yıl ise çok farklı bir şekilde okula başladığında merak edip sordum. O da bu toplantılardan bahsetmişti. Kendi gibi sorunları olan insanların onu anlayıp dinlemesi, çözüm üretmeleriyle düzelebildiğini söylediğinde bende bu hafta boyunca bunu düşündüm ve birkaç kişiyi araya sokup bir tanesine girmek için izin almıştım. Annem büyük ihtimâlle beni şuan okulda falan sanıyordu. Omzuma çarpan biriyle başımı yana çevirdim ama o çoktan yanımdan geçip apartmana doğru yürümüştü. "Hey! Dikkat etsene!" Hızını azaltmadan apartmana girip görüş açımdan çıktı. Çantamın koluna sıkıca tutunup bende ilerlemeye başladım. Merdivenleri çıkıp ilk kattaki dairenin önünde onunla karşılaşınca duraksadım. Kapı açılıp yirmili yaşlarda bir çocuk bakışlarını aramızda gezdirdi. "Levent ve Yağmur?" Sert çocuktan! bakışlarımı çekip başımı salladım. Demek sert çocuğun adı Levent'miş. "Siz arkadaş mısınız?"

"Hayır!" İkimiz aynı anda konuşup birbirimize baktığımızda karşıdaki çocuk yana çekilip geçmemizi sağladı. "Koridorun sonundaki oda. Herkes gelmedi daha. Keyfiniza bakın."←

Yalnızlık ne kadar kötüydü ya da ne kadar iyi. Mutlu olan insanlar yalnızlığı sevmezler. Çünkü onlar için yalnızlık, mutsuzluk ve acının sembolüdür. Mutsuz insanlar için ise huzur ve tatlı bir sessizliğin sembolüdür. Bu yüzden mutlu bir insan mutsuz insanı kendi pembe dünyasına çekerek ona büyük sevinçler verebilir. Mutsuz insanın diğerine vereceği ise büyük acılar ve siyah renklerle dolu bir hayattır. Levent bunların tam ortasındaydı. O griydi. Benim başaramadığımı başarmış karanlık dünyasına sızdırdığı güneşle gri renklere dönüşebilmişti. Çok saklı bir hayatı vardı. Onun ne zaman ne hissettiğini hiç anlayamadım. O ise benim aksime attığım her adımı bilecek kadar beni iyi tanıyan birisi.

"Hastanede kalmalıydın." dedim takside dışarıyı izlerken. Şuan ayakta durmasını sağlayan tek şey ilaçlardı. Yüzünün belirli yerlerinde hafif sararmaya başlamış çürükler vardı ama hemşirenin getirdiği kremi sırtına sürerken aslında yüzündekilerin gerçekten de önemsiz olduğu belliydi. "Hasteneleri sevmiyorum. İlaç kokuları miğdemi bulandırıyor. Senin gelmene gerek yoktu. Neden Antalya'dan buraya kadar geldin ki zaten?"

Kafamı ona çevirip nefesimi seslice dışarıya verdim. "Hemşire aradı senin telefonundan. Ben de çok ciddi sandığım için geldim." Sonra bir daha konuşmadık.


"Annem ve babam ben daha bir yaşına bile girmeden ayrılmışlar. Küçüklüğümden beri baba sevgisini tatmadım. Nasıl bir his olduğunu, bir çocuğa ne hissettirdiğini falan..." deyip gülümsemeye çalıştım. Bağdaş kurup oturmuştum, kollarım bacaklarımın arasında serbestçe dururken sağ elimle paçamdaki ince iple oynuyordum. Kafamı kaldırıp bana bakan gözlerle karşılaştığımda gözlerimi kırpıştırıp birkaç saniye bekledim. Herkes susma yemini etmiş gibi çıt çıkmadan beni dinliyorlardı. Bu güzel bir şey olabilirdi; tabi yakın arkadaşınıza bir dedikoduyu anlatırken ama konu ailemken ve bir çok insan dikkatlice beni dinlerken gerilmemek elde değildi. Bir tek o bakmıyordu bana. İçeriye girdiğimizden beri bir kez olsun yüzüme bakmayı düşünmemiş olacak ki parmaklarına bakmak ona daha ilgi çekici gelmişti. Sol ayağını öne doğru uzatırken sağ ayağını kendine doğru büküp kolunuda üzerine doğru uzatmıştı. Bilmediğim bir nedenle seslice nefes verip sesimi bir kademe yükselttim. "Bu yüzden bir özlem çekmedim bu konuda. Tabi eksiklik hep vardı. Annem boşandıktan sonra dedemlerin evin geri taşınmış ve benim kabusum başlamış. Kendimi bildim bileli teyzemler dayımlar ya da hep hayatıma karışır oldular. 'Bunu neden giydin.' 'Bize yakışır bir kız gibi davran.' 'Hayatımda senin kadar umursamaz bir kız görmedim.' 'Allah'ım aynı babası!'" taklitlerini çıkarmam diğerlerinin yüzlerinde bir tebessüm yaratırken kafamı eğdim. "İşlerine geldiklerinde kocaman şeylerin altından kalkan bir kızım ama kendi hakkımdaki kararları veremeyecek kadar çocuğum onların gözünde. Tek istediklerini benden intikâm almak. Annem boşandıktan sonra bir süre kendine gelememiş. Paikolojisi bozulduğu için uzun bir süre ilaç kullandı. Aslında ailemiz!, aile bağlarını çok önemserler. Onlar için aileden bir kişinin canının yanması hepsinin canının yanması. Bu yüzden annemin intikamını o adamın kızından çıkarmaya çalışıyorlar. Annem buna bir şey diyemiyor. Çünkü onlarından kendisini bırakmasından korkuyor. Ne zaman aileden biriyle kavga etsem sadece beni suçlar ve bir daha sesimi çıkarmamamı söyler. Buna katlanmak çok zor; haklıyken susmak, sürekli en küçük şeyde sürekli laf söylenmesine artık dayanamıyorum. Ben de onları sinirlendirecek en iyi şeyi yapıyorum. Umursamamak! Buna deli oluyorlar. Çünkü bir insanı en çok umirsanmamak üzer ve sinirlendirir. Anneme kızamıyorum bile çünkü bu dünya da beni seven tek kişi o. Belki beni ailesine karşı savunamıyor ama beni seviyor. Bunu biliyorum ve hissediyorum. Bu size belki basit bir aile sorunu ama benim için onların yanında, anbean onlarla yüz yüze olan ben için basit değil. Çünkü adil değiller. Kendi çocuklarına davrandıkları gibi davranmıyorlar bana. Beni en çok üzen şey ise bunu o kadar normal bir şey gibi bakıyorlar ki. Onlara göre ben çok mutluyum. Yaptığım sadece şımarıklık ve dikkat çekme çabası. Rahatım ve keyfim yerinde olmalı ama öyle hissetmiyorum. Kalbim bir boşlukta gibi ruhum daralıyor, nefes alamıyorum onlarla birlikte. Özgür değilim ben. Hiç olmadım da. Sadece öyle hissetmemi istediler." Levent ilk defa kafasını kaldırıp gözlerini gözlerimle buluşturdu.←

Taksi apartmanın önünde durduğunda bana izin vermeyerek ücreti ödedi. Kolunun altın girip apartmana girmesine yardım ettim. Omuzumdaki koluna tüm ağırlığını vermemeye çalışarak durduğunda kafamı kaldırıp ona baktım. Asansörün yanına geldiğimizde hiç vakit kaybetmeden düğmeye bastım. Daha yedinci kattaydı. "Ağırlığını bana ver." Kafasını eğdiğinde göz göze geldik. Asansör beşe inmişti. "Altımda kalırsın." dediğinde hareketlenip hafifçe onu ittim. Dördüncü kat. "Ölü takliti yap demedim ve imâlarını kendine sakla." Üçüncü kat. Gülümseyip omuzumdaki elini sıkılaştırdı ve gerçek anlamda ağırlığını üzerime verince sendeledim. Yan taraftaki duvara tutunup sertçe ona baktım. İkinci kat. 'Bunu sen istedin.' bakışı atarken geldiğimden beri ilk kez keyfi yerine gelmişti. Asansör gelip kapı açıldığında üzerindeki! Levent'i asansöre itekledim. Artık ezberlediğim düğmeyi bakmadan basıp dokuzuncu kata kadar ayakta kalmaya çalıştım. "Pes mi? Benim için hava hoş ama daha yedi kat var." Boştaki elimi karın boşluğuna getirip gezdirdiğimde anında üzerimdeki ağırlık hafifledi. "Hey, hile yapıyorsun. Huylandığımı bildiğin için yaptın değil mi?" "Sen kaşındın." dedim tüm dişlerimi göstererek gülerken. İki kolunu bana doladı ve sıkı sıkı sarılarak tüm ağırlığını üzerime verdiğinde ciddi anlamda altında ezilip öleceğimi düşündüm. “Ah, çek ahtapot ellerini üzerimden. Sanırım ölüyorum. Şuradaki beyaz ışık mı?” Gülerek ve beni sinirlendireceğini bilerek sırtımdaki ellerini aşağı yukarı değişik şekilde hareketlerle gezdirdi. “Levent! Çek ellerini hemen. Şaka yapmıyorum şuan.” Normalde bir erkeğe bu kadar yakın olmazdım. Hatta babam sarılırken bile kötü hissederdim ama Levent’i yıllardır tanıyordum. O herhangi biri değildi. Çoğu zaman ona sarılarak ağladığım olurdu. Farklı bir ilişkimiz vardı, ben onun ablası o benim ağabeyim gibiydi. Ona yakınlaşması konusunda pek engel olamazdım ama fazla yakınlaşmaktan hoşlanmadığımı o da çok iyi biliyordu. “Sana çekil dedim.” diye ani bir hamleyle onu ittiğimde yedinci kattaydık. Hala yakınımda duran bedeninden rahatsız olarak ve ona hala sinirli olduğum için elimi göğsüne koyup asansörün diğer ucuna ittim. Her zamanki gibi abarttığımı düşünen tarafımı es geçerek ona sinirle bakmaya devam ettim. Belki o da başta sözde sinirlendiğimi düşünüp devam etmişti ama şuan ki halimi görüp şaşırmıştı.
“Ben… kusura bakma.”
Aslında abartanın ben olduğumu biliyordum ama bunu değiştiremiyordum. Bu bir hastalık gibiydi. Ondan ne kadar kurtulmak istesem de ruhumu huzursuz etmeye devam ediyordu. Titreyen ellerimi başıma götürdüm. Sinirlendiğimde ya da üzüldüğümde başım çatlayacak derece de ağrırdı. Gözlerimi kapatıp derin nefesler alırken kapı açıldı. “Yağmur?” Ağzından soru dolu çıkan ismimle gözlerimi açtım.

Kahretsin!

Ona bu krizlerimin tekrar başladığından bahsetmemiştim. Elim hala alnımdayken asansörden dışarı çıkıp kapının önünde bekledim. Sessizce kapıyı açtı ve girmem için yana çekildi. Bana bir süre baktıktan sonra seslice verdiği nefesle hala alnımda olan elimi indirdim.

“Kahve. Kahve ister misin?”

Kızgın mıydı? Belki. Kıstığı gözlerini normal haline getirirken başını salladı. O salona yürürken çantamı ve montumu portmantoya asıp mutfağa doğru ilerledim. Evi gerçekten çok büyük ve genişti. Evine hayrandım diyebilirdim. Bir bardak su doldurup mutfaktaki küçük masanın kenarına yaslanarak içtim. Biraz öncekine göre daha iyiydim. Bardağı kenara koyarak ısıtıcıyı çalıştırdım. Alt dolaptaki hazır kahvelerden iki tane çıkarıp tezgâhın üstüne koydum. Bu krizler lisenin başlarında başlayan ve birkaç yıl önce atlattığım bir şeydi. Aralarındaki benzerlik ise ikisinin de babam yüzünden ortaya çıkmasıydı. Kafamı su ısıtıcına çevirip kaynamadığını gördüğümde salona ilerledim. Geniş salona daha giremeden portmantoda olan montumun cebindeki telefonum çalmaya başladı. Oraya yöneldim ve cebimden telefonu çıkarıp kısa süre ekrana baktıktan sonra aramayı cevapladım. “Efendim.” Etrafta insan ve araba sesleri gelirken bir süre sessiz kaldı.

“Yunda. Beni duyuyor musun?”

Nefesini telefona üflemesinden oluşan cızırtıdan dolayı yüzümü buruşturdum. Ses gerçekten rahatsız ediciydi. “Resmi vermedi.” dediğinde neden bahsettiğini düşündüm. “Üzgünüm resmin yarın sergi de çıkacak.” Kafama dank eden gerçekle ilk önce şaşırdım ve sonra kaşlarımı çattım. “Ne demek vermedi? Nasıl alamadın ya! Benden bir şey isterken sakız gibi yapışıyorsun. Yapışsaydın ya alana kadar. Hay Allah’ım ya.” Elimi dizime sinirle vurduğumda Levent, salonun kapısından bana bakıyordu. Oflayarak yine aynı cızırtının çıkmasını sağladı. “Ne yapabilirim. Tehdit mi edecektim?” Levent’e sorun yok dercesine başımı salladığımda gitmek yerine yerinde durmaya devam etti. “Ver dedim, arkadaşım rahatsız oldu dedim. O da eğer resmi istiyorsa gelsin kendisi alsın dedi.” Elimi yüzüme götürüp gözlerimi kapattım. “Peki, ben bu çocuğa nasıl ulaşacağım.” Kısa bir süre boyunca cevap vermedi hatta telefonu kapattığını bile düşünmüştüm.

“Senin araman için bana numarasını verdi.” Aman ne güzel!

“Bana numarayı mesaj atabilir misin?”

“Atıyorum. Ne zaman geleceksin?”

“Dört gün buradayım. Yani pazartesi orada olurum.” dedim kapatmaya hazırlanırken.

“Görüşürüz.”

“Tamam.”

Telefonu kapatıp mutfağa ilerledim. Levent arkamdaydı. “Kiminle konuştun?”
Dolaptan iki kupa bardağı çıkarıp kahveleri içine boşattım. Şimdi o çocuğu arayıp ne söyleyebilirdim ki. ‘Affedersin. Fotoğraf makineni kırdım ve resmimi hemen kaldır.’

‘Çok naziksin, Yağmur.’

“Yurttaki oda arkadaşım. Ufak bir sorun vardı da hallolmamış ona sinirim bozuldu. Hem sen niye ayaktasın içeri geç ya da yatağına gir.” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştım ve işe yaramıştı. “Oda da sıkılırım şimdi. Hem sende varsın.” Bardağı ona uzatıp solana doğru ilerledim. İçeri girdiğinde koltuğa uzandı. Böyle durmasından rahatsız olarak bardağı ortadaki masanın üstüne koyup odasına gittim. Dolaptan pike ve yatağından yastığını alıp tekrar solana girdim. Elimdeki yastığı göstererek gülümsedim. Yastığı arkasındaki küçük yastıkla değiştirdim. “Bu daha rahat, bacaklarını da uzat.” Dizlerinin aşağısından tutup uzanmasına yardım ettim.

“Bak beni böyle alıştırıyorsun sonra çok arıyorum bak.” Seslice gülümseyerek pikeyi karnının üzerine kadar örttüm.

“Bunu sana ilk yapışım değil. Hem istediğin kadar alışabilirsin.” Gülümseyip olduğu yerde biraz daha yayıldı. “O zaman şu kumandayı da uzatıver. Ha birde buzdolabında hiç yemek yok, kirlide eşyalarda var.” dediğinde abartılı bir şekilde kaşlarımı çatıp ellerimi belime yerleştirdim. “Abartma istersen Levent. Şansını zorlama yani.” Güldüğünde ben de gülüp saçlarını karıştırdım. Bizi bir araya getiren her şeye ve herkese rağmen olan, kimsesizliğimizdi. O sorumsuz üvey anne-babasıyla büyümüş. Ben ise kendi öz ailemde üvey gibi yaşamıştım. Masanın üstünde duran kahvesini eline verdikten sonra yerime geçtim. Oturuşunu biraz düzeltip ciddi bir ifadeyle bana baktığında ,işte geliyor, diye içimden geçirdim.

“Krizlerin tekrar ne zaman başladı ve benim bundan niye haberim yok?”

Bardağı elimde birkaç tur döndürüp bakışlarımı kaçırdım. Söylemediğim için suçlu hissediyordum. Söylememiştim çünkü tedavi lafını duymak istemiyordum. Hasta değildim ki ben. Sadece sinirimi kontrol etmekte zorlanıyordum. “Birkaç aydır.” değip başımı kaldırdım ve ona baktım. “Önemsiz diye düşündüm. Bir iki defa oldu zaten ciddi bir şekilde ama bunlarda daha farklı hissediyorum.” Bardağını uzanıp masaya koydu. “Kendine zarar verdin mi peki?” Afallayarak ona ‘ciddi misin’ bakışı attım. “H-hayır, tabi ki de. Eskisi gibi değil dedim. Hem sadece birkaç defa oldu.” Yüzümü inceleyip doğru söyleyip söylemediğimi kontrol etmek ister gibi her hareketimi inceledi. Her şeyimi bilebilirdi ama yalan söylediğimi anlayamazdı. Çünkü çok iyi bir yalancıydım. Çoğu zaman bunun için benimle uğraşırdı. Bu kadar usta olmamın nedeni ise ailemden sürekli bir şeyler saklayıp durmamdı sanırım. Her zaman kendimi yalan söylemek ve duygularımı belli etmemek için geliştirmiştim. Beni yakından tanımayan çoğu insan bu yüzden bana yakın durmazlardı. Duygularımın olmadığını ve bana güvenilmeyeceğini söylerlerdi. Aslında duyguların yok olması diye bir şey yok ya da duygularını öldürmek diye. Bunlar sadece dışarıdan bakan insanların uydurduğu bir şeydir. Duygusuz insan yoktur. Duygularını saklayabilen ve duygularını kullanmak istemeyen insanlar vardır. Bu anda devreye mantık girer. Duygular insanın yanlış yönlenmesini ve hata yapmasını sağlar. Mantık ise insanların yaptığı aptal kararlar vermenize izin vermez ve sizi güçlü yapar ama çoğu insan ise duygularını dinleyip hayatlarının en büyük aptallıklarını yaparak üzülmeye mahkûmdurlar.

“Krizlerini tetikleyen şey neydi?” derin bir nefes verip kahvemden bir yudum aldım. Sormaması ve ısrar etmemesi için gözlerinin içine baktım. “Peki, sen bilirsin. Nasıl olsa anlatırsın.” Onu sevmemin nedenlerinden biride buydu. Asla istemediğim bir şeye beni zorlamaması. Eğer kızlar olsaydı öğrenene kadar beni rahat bırakmazlar ve sıkarlardı. “Teşekkür ederim.” deyip minnetle gülümsedim.

Kızları düşünürken aklıma Yunda gelmişti. Telefonum girişteydi. “Hemen geliyorum. Bir konuşma yapmam gerek.” Bardağımla beraber salondan çıkıp telefonuma ulaştım. Numara gelmişti. Bir iki dakika arayıp aramamak arasında kaldım ama sonuçta çocuk resmen intikam alıyordu. Belki küçük bir özür dileyebilirdim. Numarayı çevirip boş odaya doğru ilerledim. Burası evin neredeyse en aydınlık yeriydi. Yerdeki oturmak için olan minderlerden başka hiçbir şey yoktu ve bu odanın bu kadar sessiz ve ferah olması beni her zaman mutlu etmişti. Levent hala o buluşmalara her zaman olmasa da katılıyordu ve bazıları kendi evinde, burada oluyordu.

Telefon dört defa çaldı ama açan yoktu. Altıncı ‘bip’ sesini duyduğumda kapatmak için telefonu kulağımdan uzaklaştırmıştım ama “Alo” diyen sesle tekrar telefonu kulağıma koydum. Ne konuşacağımı bilmiyordum.

“Alo. Ben şey, ben Yağmur Arslan. Yarın ki sergi de resmini kullandığın kız.” Cevap vermesi için bekledim. Başka bir erkek sesi daha vardı ama tam olarak ne konuştuklarını anlamıyordum. Daha çok tartışıyorlar gibiydi. Kaşlarımı çatıp seslice nefesimi dışarıya bıraktım.

“Alo?”

“Ah! Evet, seni tanıyorum.” Bekledim. Bekledim ve bekledim.

“Bu kadar mı? Beni tanıyorsun?” Derin bir nefes alıp dudaklarımı yaladıktan sonra devam ettim. “ Her neyse bugün arkadaşım senin yanına gelmişti. Bak, kusura bakma tamam mı? Fotoğraf makineni isteyerek kırmadım. Yani tek amacım yaptığın şeyi engellemekti.”

“Yaptığın şey resimlerimi silmekti.”

“Hayır!” diye itiraz ettim. “Resmimi silmekti. Bana ait olan resmimi!” diyerek resim kısımlarına vurgu yaptım. Elimdeki bardağı yere bırakıp geniş cama yaklaştım.
“Bak o resmi sergide yayınlayamazsın. Benim iznim bile yok.”

“Olabilir.” Gözlerimi kapatıp sakinleşmeye çalıştım. “Tamam.” Dedim telefona karşı. İçimden ise ‘Tamam, Allah’ın cezası tamam.’ diyerek söylediğimi onayladım. “Sergide yayınlamamak için ne istiyorsun.” Bir süre boyunca yine sessiz kaldı. Boştaki elimi belime koyup gözlerimi kısarak manzaraya baktım. Boğazını temizlediğinde ise dikkatimi ona verdim.

“Sadece bir randevu.”

‘Ne!’
***
Ygs sınavı yaklaştı ve artık uzun bir süre bölüm yazamayacağım maalesef. Görüşürüz benim birtanecik okurlarım. Kendinize iyi bakın.
Sema


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 

Kore Oppa Unni ^^